FASO FİSO BİR HAYATIM VARMIŞ!
- Abdullah Yılmaz
- 6 Eki 2024
- 5 dakikada okunur
Adalet dendiği zaman hemen dürüstlük, doğruluk, hak yememe, kimsenin hakkına girmeme, kimsenin yaşam hakkına tecavüz etmeme, yani herkesi rahatsız edecek şeylerden kaçınma gibi bir anlam geliyor aklıma.
Ama bu adalet sadece insanlar içinse o zaman durmamız lazım. Hele hele adalet için yırtınanlara gelince onlar biraz daha durup düşünmeleri lazım. Sen, kendin için adalet istiyorsan sen adil birisi değilsin. Kendisi için ya da sadece insanlar için adalet isteyen şahıs adil birisi değil, ayrımcı, faşist, türcü, bilimi anlamayan, haklara tecavüz eden kara cahilin tekidir.
Kara cahil dedim değil mi? Evet kara cahil… Normal cahil olsa belki laf anlatırsın ama kara cahile laf anlatmak ne mümkün.
Mesela bizim ülkemizde kara cahil çok fazladır. Bu kara cahillerin o kadar karalığı var ki, bu karalık içinden kendilerini çok aydın, çoook aydın ve ilerici olarak görüyorlar. Asıl kişinin aydınlığının özünü karalığın içinden bakarken ki kendisini görmesinden geliyor.
Mesela ben lise birde okuduğum zaman bana sosyalistler ders çalıştırdılar. Felsefeyi, yok efendim ekonomi politiği, Lenin, Mark, Engels ve Mao’nun bir sürü eserini okuttular. Ama ben bunları okurken hala ailemin yetiştirdiği o dinin karanlığının içinden dünyaya bakıyordum. Bu okuduğum kitapları anlamama rağmen o zarı yırtamıyordum çünkü gözlerimin önünde bir zarın olduğunu dahi göremiyordum.
Çok kitap okurdum. Mesela beni bu konuda baştan yaratan Fakir Baykurt’tur. Ankara Bahçelievler’de yanına da uğramıştım. On yıllarca yazılarıma yanıt verdi günü gününe, bir gün olsun geciktirtmedi. Ben, sadece dünya yüzünde haksızlıkların olduğunu görüyor, bunun giderilmesinin de roman yazmaktan geçtiğini sanıyordum.
Derken lise ikinci sınıfa başlamıştık. Bende erotizmi anlatan ince bir kitap vardı. O kitabı kime versem bir daha geri vermek istemiyordu. Pek fazla samimi olmadığım bir arkadaşa da verdim. Duymuş. Geldi istedi. Devrisi günü okul kantininde yanıma yaklaşarak;
“Sen çok kitap okuyorsun. Bir de kalın kitapları seviyorsun. Ben sana iki cilt kitap vereyim. Ben okudum çok da güzel kitaplar. Bu 40 sayfalık erotik kitabın benim olsun” dedi.
Getir hele kitapların kalınlığına bakayım. Çok kalın kitaplarsa olur dedim. Gitmesiyle gelmesi bir oldu. Meğer evden getirmiş, sırasında saklıyormuş. Verdi. Aldım.
Bulgar yazar Dimitir Dimov’un Sarı Dünya, yani Tütün adlı iki cilt eseri. Eve giderken başladım okumaya. Okumaya başlamadan da içimden; Zaten kitap yetişmiyor bana, bari bunları da okuyup bir kenara atayım diye geçirdim.
Kitabın içine girdikçe girdim. Bir taraftan kitabı okuyor, bir taraftan da kitap bitmesin diye dua okuyorum. Ne olur bu kitap bitmesin.
Bulgaristan Vatan Cephesi’nin Bulgaristan ve Alman faşizmine karşı mücadelesinin yanı sıra orada bir aşk hikayesini anlatıyor. Derken ikinci cildi bitirmeden köye gittim. O gece derslere çalışıp sabah erkenden kitabın ikinci cildini de bitirip kenara bırakınca anneme dedim ki;
“Anne, Allah yoktur!”
Annem bana bakarak;
“Tövbe tövbe de oğlum. Burada Kars’a dönmek için minibüsü beklerken bu da nereden aklına geldi. Tövbe tövbe!” Babamın yanına gitti. Babama;
“Bu çocuğu derin bir mollaya götür. Aklını mı kaçırdı ne. Ya da kendin oku üfle!”
Babamın da molla olduğunu söylemeyi unuttum. Babam, anneme bakarak;
“Zayır zayır konuşma. O ne dediğini biliyor. Nerede molla varsa anasını avradı… Molla he! Molla çok biliyorsa kendi işine baksın. Molla! Hepsi kavatın tekidir.”
Annem, babamın yanından ayrılınca;
“Vah vah bunu da kaybettik! Bu oğlundan da deli çıktı” deyip uzaklaştı.
Yani demek istediğim şu ki; ben, o kadar Marksist klasik okuduğum halde hala materyalist olamamıştım. Dünyaya annemin gözünden bakıyordum. Ne zaman ki o iki cilt romanı okudum, gözümün önünden perde yırtıldı. O zaman şöyle düşündüm. Sanki başımda bir poşet vardı ve ben o poşetin arkasından dünyaya bakıyordum ve dünyanın da o şekilde olduğunu anlıyordum. Meğer yanlış anlıyormuşum, dünyayı yanlış algılıyormuşum. Başımdaki o görünmez poşeti, Dimitir Dimov’un Tütün adlı romanı yırtıp bir kenara attı.
Gerçek dünyayı yakalamıştım. Ateisttim ve dünyayı bir tanrının yaratmadığını, Marksist kitaplarda okuduklarımı daha sağlıklı anlıyordum.
Ve materyalizmin temellerinin doğaya dayandığını bir roman sayesinde öğrenmiştim. Hatta yaratılan tanrıların, dinlerin, canlıların tamamının doğadan ve doğadan varolanlar tarafından var edildiklerini kavramıştım. Önümde muhteşem bir alan açılmıştı. Yaklaşık otuz yıldan fazla bu mantıkla hayatımı devam ettirdim. Bir taraftan Marksizmi anlıyor, içselleştiriyor, bir taraftan da kimya ve biyolojiyi, hatta fiziği, matematiği daha harika anlıyordum. Ama kitap okumayı hiç elden bırakmıyordum.
Derken okullar şunlar bunlara değinmeden, hapishanelere, Nesin Vakfı’na falan uğramadan direk veganizme geleceğim. Çünkü nasıl ki bir köy evinde, gaz lambasının ışığında okuduğum o roman gözümün önünden perdeyi yırtıp gerçek dünyayı bana gösterdiyse, Darwin’i o kadar okumama rağmen, kafamda hep çelişkilerin olmasına rağmen, dinlerin nasıl üretildiklerini çok iyi bilmeme ve dinlerin tamamını bir roman gibi okuyup anlamama rağmen hala veganizmin ne olduğunu bilmiyordum. Hala insanın hayatın merkezinde olduğunu sanıyordum.
Ama yer yer solcuların dünya görüşü hakkında, kendim de bir solcuydum ve Marksizmi çok iyi içselleştirmeme rağmen, tüm canlıların dünyanın bir gövdesi olduklarını bilmeme rağmen hala veganzimi anlamıyordum.
Derken bir kitap çalışmam için bir arkadaşın evine gittim. Bu arkadaşlar, benim kitabı yayınlayacak yayınevinden de birçok kişiyi tanıyorlardı. Bu iki arkadaş dediğim iki sevgililer ve anarşistler. Evlerine de çok sayıda anarşist geliyordu.
Erkek, kendini çok zeki ve akıllı sanıyor. Dünyayı oradaki anarşistlerin tamamından iyi algıladığını ve yorumladığını bana anlatıyordu. Kadın arkadaşı, pek fazla detaylara girmese de muhteşem denecek derecede zeki. Belki de ben fazla zeki olmadığımdan bana zeki geliyordu. Yani o ana kadar yaşamımda rastladığım en zeki kişi o kadın arkadaşı gördüm diye bilirim.
Bunların evi Okmeydanı’nda... Derken protestolar falan da oluyor. Anarşistler de kendi bayraklarıyla protestolara katılıyorlar. Benim kimim kimsem yok. Liseli yıllarda beni eğitip yetiştiren MLSPB'yle de bir ilişkim yok. Anarşistler bana da bir bayrak verip sokağa saldılar. Kara bir bayrak. Kapkara. Yahu bunun bir yerine kırmızı mırmızı bir işaret koysaydınız dedim ama polisle taşlaşmadan, biber gazlarından soruma cevap alamadan kaçıştık. Sırtımdan yediğim bir copla yere devrildim. Kalkıp bir kapıdan içeri kendimi attım ama bayrağımı da yanımda taşıyarak. Merdiven boşluğuna girdiğim evin kadını bayrağımı görüp;
“Beyefendi sen hangi millettensin? Bizimkilerin bayrağı sarı kırmızı oluyor da senin ki niye kara?”
“Bu bayrak benim değil. Anarşistlerin bayrağıdır ben taşıyorum. Onlar polise taş atmak için bayraklarını bana emanet ettiler."
Kadın bir daha bayrağa baktı. Eliyle de kumaşını yokladı.
“Fena da kumaşı yoktur ha! Bunu polise kaptırma. Güzel sofra bezi olur. Masa örtüsü de olur ha! Hatta deniz şortu da olur. ”
Demem o ki, bir taraftan anarşizmi bu arkadaşlar sayesinde daha iyi öğreniyorum. Eskşden beri Bakunin ve Kropotkin'i okuyup bilmeme rağmen bana çok uzaklardı.
Neyse, bir taraftan sosyal medyada veganizmi görüyorum okuyorum. Onlara hak veriyorum. Bu anarşist kadın arkadaşın anlatımlarıyla, gözümün önündeki ikinci perde yeniden yırtılmasın mı? Baktım ki veganizm diye de bir şey var ve bu solcuların başında bir poşet, dünyayı göremeden, tıpkı benim lisede okuduğum zaman, Dimitir Dimov’un Tütün kitabını okumadan önceki halim gibi bir halleri var. Önüme gelen her solcuya dedim ki;
Yahu vegan olun vegan. Solculuğunu veganizmle bayraklaştırmayan gericinin, yobazın, aptalın, hatta faşistin daniskasıdır!
İkinci perdem de bu şekilde, anarşist kadın ve sevgilisinin de az da olsa benim veganizmi anlamamda emeği oldu.
Peki onlar veganlar mı? Hayır. Veganizme karşılardı o zaman. Tabi nereden baksan on altı on yedi sene geçti aradan. Belki de veganlar. Ama o kadın arkadaşın vegan olmama gibi bir zekâsı yoktur. O zekâyla mutlaka vegan olur veya olmuştur.
Başımı kaldırıp bir de baktım ki solculuğun, tıpkı benim köydeki halimden farkı yokmuş. Benim solculuğum tıpkı tanrıya inanıp, ama ben ateistim diyen birisinin konumu gibiydi. Toplumdaki çelişkilerden yakınıp isyan edenlerden farkım yokmuş. Gerçek solcu olunmak, gerçek insan olunmak ve gerçek Darwin’i, yani doğa bilimlerini, biyolojiyi, antropolojiyi, fiziği, Marksizmi anlamak için vegan olmak gerekiyormuş. Gerisi faso fisoymuş meğer. Ben, vegan oluncaya kadar faso fiso bir hayat sürmüşüm.
Kestirmeden özetlersem; vegan olmayan solcuların solculuğu kısacası; Faso fiso bir solculuktur!